Evrimcilere Net Cevaplar:Cumhuriyet Bilim ve Teknoloji Eki Semenderin Mükemmel Yapısını Propaganda Malzemesi Olarak Kullanmaya Çalışıyor

Cumhuriyet Bilim ve Teknoloji Eki / 2007-03-30

30 Mart 2007 tarihli Cumhuriyet Bilim ve Teknoloji ekinde evrim teorisinin sudan karaya hayali geçişi ile ilgili taraflı yorumlarda bulunulmuş ve semenderlerin mükemmel anatomik yapıları, söz konusu iddiaya delil olarak verilmeye çalışılmıştır. Sudan karaya hayali geçiş iddiası, bilimsel delilsizliğine ve defalarca yalanlanmış olmasına rağmen, bir ümit beklentisi içindeki bazı Darwinistler tarafından tekrar gündeme getirilmeye çalışılmıştır.
Söz konusu yazıdaki mantık bozukluğu, öncelikle yazının ilk paragrafında geçen şu yorumdan da anlaşılabilecektir:
“Oltadan çıkan balık bir müddet sıçrayıp çırpınır. Bu durumda onu yakalamak çok zordur. Yine de balığın karaya uygun hareket edemeyeceğini herkes bilir.”
Bilim ve Teknoloji ekinin açıkça itiraf ettiği gibi bir deniz omurgalısının günün birinde ani bir kararla karaya çıkarak, tamamen farklı anatomik yapılara sahip kara omurgalısına dönüştüğü iddiası mantığa tümüyle aykırıdır ve bilimsel delillerle desteklenmesi mümkün değildir. Söz konusu yazıda bu hayali geçişe örnek verilmeye çalışılan semenderler ise, mükemmel yapıda amfibilerdir. Tüm vücut anatomileri, hem suda hem de karada yaşamaya uygun şekildedir ve bu canlılar, yaratıldıkları andan itibaren bu özelliklere sahiptirler. Örneğin, bilinen en eski semender fosili 125 milyon yıllıktır ve günümüzdeki semenderlerle hiçbir fark taşımamaktadır. Fosil kayıtları, semenderlerin tüm özellikleriyle eksiksiz olarak ortaya çıktıklarını, yani yaratıldıklarını ve milyonlarca yıl boyunca en küçük bir değişikliğe dahi uğramadıklarını, yani evrim geçirmediklerini ispatlamıştır.
Deniz omurgalılarının su omurgalılarına hayali geçişi konusu ile ilgili daha önce çıkan sayısız gerçek dışı habere bu sitede cevap yazmış ve söz konusu iddianın hem derin mantık bozuklukları taşıdığını hem de bilimsel delilden yoksun olduğunu defalarca belirtmiştik. Konuyla ilgili detaylı bilgileri buradan ve buradan okuyabilirsiniz.
                                                                                                                                                                                                    

13 Ekim 2007 Cumartesi

Evrimcilere Net Cevaplar:Dünyanın En Saçma Evrimci İddiası

Radikal Gazetesi / 2007-07-14

Evrim teorisinin kendisi mantıksız ve tutarsız bir iddiadır. Teorinin mantıksızlığı, içiçe geçmiş sayısız biyolojik sistemi barındıran canlılar aleminin tamamen kör tesadüflerle ortaya çıktığını öne sürmesinde yatar. Milyonlarca türün uyum içinde bir arada yaşadığı, son derece kompleks organ ve yapılar içeren canlılar aleminin; hastaneler, kütüphaneler, üniversiteler, tiyatrolar, devletler kuran insanla birlikte kör tesadüflerle ve amaçsız bir süreçte“kendiliğinden” ortaya çıktığını öne süren bu teori, aslında Darwinistlerin çaresizliklerinin bir ifadesidir.Teorinin kendisi mantıksız olduğu için, Darwinistlerin teori lehinde geliştirdikleri yorumlar da saçma olmaktan öte geçememektedir. Bu yönüyle evrim propagandası, ortaya hiçbir bilimsel değeri olmayan mantık hezeyanları sunup durmaktadır.Bunlardan bir tanesini son günlerde Radikal gazetesinde 14 Temmuz 2007 günü yayımlanan haber oluşturdu. “Dünyanın en hızlı evrimi” başlığını taşıyan yazı gerçekten de dünyanın en saçma evrimci iddiası olmaya adaydı.

Sözkonusu evrimci iddia, Güney Pasifik’teki iki adada yaşayan kelebekler üzerinde yapılan gözlemlerle ilgiliydi. Saçmalığı ise erkek kelebeklerin sayısındaki artışın “evrim” olarak nitelenmesiydi.

Bilim adamları sözkonusu adalarda ‘Hypolimnas bolina’ türüne ait kelebeklerin erkek bireylerinin yıllar içinde gösterdiği seyri kaydetmişti. Buna göre erkeklerin popülasyon içindeki oranı bir yıllık süre içinde %1’den %39’a çıkmıştı.

Yazıda yorumlarına yer verilen ve ABD’nin California Üniversitesi’nde görevli biyolog olan Sylvain Charlat, “Bildiğim kadarıyla bu, şimdiye kadar görülen en hızlı evrim” diyerek, bu tutarsız iddia ile uzun yıllardır süregelen mantık dışı evrim propagandasına katılıyordu.
Oysa burada çok belirgin aldatmaca vardır. Erkek kelebek popülasyonunun sözkonusu artışı hiçbir şekilde “evrim” örneği oluşturmamaktadır.

Erkek kelebeklerin sayısındaki artışın evrim olarak nitelenmesi saçmadır
Sözgelimi, bir ülkenin erkek bebeklerini etkileyen ve yıllarca sürdüğü varsayılan ölümcül bir hastalık, o ülkenin kadın popülasyonunda ciddi bir artış meydana getirebilir. Ancak kadınların erkeklere oranında artış yaşayan bu insan topluluğu yeni olduğu savunulabilecek hiçbir biyolojik özellik kazanmış değildir. İnsanlar, kadınların erkeklere oranı ne olursa olsun insan olarak kalmaya devam edecek, başka bir canlıya dönüşmeyeceklerdir.Kelebeklerde de durum aynıdır. Bu canlıların, kendi popülasyonlarında erkeklerin sayılarının artmış olması, hiçbir şekilde evrime bir delil değildir, bir evrimleşme değildir. Erkek kelebekler önceden sahip olmadıkları herhangi bir biyolojik özellik kazanmamışlardır, bir değişim geçirmemişlerdir. Dolayısıyla iddia, son derece mantıksızdır.Radikal’in bilimdışı iddiası
Radikal haberinde konuyla ilgili olarak şu sözde bilimsel gerekçe ortaya konmaktadır:
“Erkek kelebeklerin sayısındaki bu ‘şaşırtıcı patlama’, anneden bulaşan ve erkek kelebeklerin yumurtadan çıkmadan ölmelerine neden olan Wolbachia bakterisini yok ederek, erkeklerin hayatta kalmasını ve hızla çoğalmasını sağlayan yeni bir gene bağlandı”.

Bu satırlarda, bilim adamlarının izlediği süreçte “yeni bir gen” evrimleştiği iddia edilmektedir. Oysa tamamen bir Darwinist masaldan ibaret olan bu iddianın bilimsel literatürde hiçbir karşılığı bulunmamaktadır.

Genler son derece kompleks organizasyona sahip, yüksek miktarda bilgi içeren molekül zincirleridir. Biyomatematik alanındaki hesaplamalar, son derece hassas bir dizilime dayalı genlerin kodladığı protein ve enzimlerin tesadüfen ortaya çıkma ihtimalinin olmadığını ortaya koymuştur.
Evrimci bir biyolog olan Frank Salisbury bu imkansızlıkla ilgili olarak şunları söylemiştir:
“Orta büyüklükteki bir protein molekülü, yaklaşık 300 amino asit içerir. Bunu kontrol eden DNA zincirinde ise, yaklaşık 1000 nükleotid bulunacaktır. Bir DNA zincirinde dört çeşit nükleotid bulunduğu hatırlanırsa, 1000 nükleotidlik bir dizi, 41000 farklı şekilde olabilecektir. Küçük bir logaritma hesabıyla bu rakamın 41000 = 10600 olduğunu görürüz. 10’un 600 kere kendisiyle çarpımı ise 1’in yanında 600 sıfır geldiğinde elde edilen sayıdır! ” [Frank B. Salisbury, “Doubts about the Modern Synthetic Theory of Evolution”, American Biology Teacher, Eylül 1971, s. 336]

BBC’nin bilim eski editörü olan Gordon R. Taylor da tek bir yeni enzimin dahi ortaya çıktığının gözlemlenmediğini şu sözlerle itiraf etmiştir:

“Bu çok çarpıcı, ama bir o kadar da gözden kaçırılan bir gerçektir: Altmış yıldır dünyanın dört bir yanındaki genetikçiler evrimi kanıtlamak için meyve sinekleri yetiştiriyorlar. Ama hala bir türün, hatta tek bir enzimin bile ortaya çıkışını gözlemlemiş değiller.”
[Gordon R. Taylor, The Great Evolution Mystery, New York, Harper & Row, 1983, s. 48]

Görüldüğü gibi, Radikal’in “yeni bir genin” ortaya çıktığı iddiası tamamen bilimdışı bir Darwinist masaldan ibarettir.

Sonuç: Evrimciler bilimi köhne Darwinist masallara köle etmek yerine, objektif gerçekleri ortaya çıkarmaya çalışmalıdırlar

Bilim adamları kelebeklerin artışına dair sebepleri araştırırken bunları gerçekçi bir şekilde araştırmalıdırlar. Eğer bunu bir evrimleşme olarak lanse edeceklerse, bunun moleküler mekanizmalarını ortaya koymalı, elde ettikleri delilleri kamuoyuna tanıtmalı ve yorumlarını buna göre yapmalıdırlar. Açıktır ki, sözkonusu çalışmada bu sebepler ve deliller kesin olarak ortaya konmuş değildir. Durum böyleyken bunları Darwinist masallara bağlamak, yeni genlerin evrimleştiğini öne sürmek ise tamamen bilimdışı bir tutumdur. Detaylı bir moleküler araştırma, sözkonusu kelebeklerin kromozomunda çekinik halde olsa da böyle bir genin zaten var olduğunu, yoktan meydana gelmediğini açık şekilde gösterecektir.

Radikal gazetesini, tesadüflere dayalı evrim teorisinin mantık dışı iddialarını terk etmeye, halkı bilimdışı Darwinist masallarla aldatmaya son vermeye davet ediyoruz.

11 Ekim 2007 Perşembe

Evrimcilere Net Cevaplar:Evrimci Dogmatizme Son Bir Örnek

Bilim ve Teknik / 2006-12-01

Bilim ve Teknik dergisinin Aralık 2006 sayısında “Yaşam Kaçınılmaz mıydı?” başlığını taşıyan bir haber yayınlandı. Haber, yaşamın sözde kendiliğinden başlangıcıyla ilgili yeni bir iddia hakkındaydı. Ancak yazıda dikkat çeken, hiçbir bilimsel kanıta dayanmayan bu iddiadan çok, ilgili araştırmacıların içinde bulunduğu muhakeme kriziydi. Materyalizme körükörüne bağlılıktan kaynaklandığı anlaşılan bu krizi inceleyelim.
George Mason Üniversitesi’nden biyolog Harold Morowits ve Santa Fe Enstitüsü’nden fizikçi Eric Smith, yaşamın sözde kendiliğinden başlangıcının, dünyanın erken dönemlerinde hakim jeolojik süreçlerle gerçekleşen enerji birikiminin doğal ve zorunlu bir sonucu olabileceğini öne sürmektedirler.
Dünyanın erken dönemlerinde hakim jeolojik süreçler…
Enerji birikiminin doğal ve zorunlu bir sonucu….
Burada iki kısa cümle halinde gördüğünüz ifadelerde aslında çok ama çok büyük bir masal gizlidir. Sınırsız bir hayalgücü içeren bu masal, yaşamı materyalist dogmaya göre açıklama zorunluluğu yüzünden geliştirilmiş, bilimdışı bir hikayedir.
Hemen belirtmek gerekir ki, doğada cansız maddeyi canlı hücreye dönüştürecek hakim bir jeolojik süreç yoktur. Örneğin deprem gibi tektonik hareketler ya da volkanizma etkisiyle ya da yeryüzünü şekillendiren rüzgar, yağmur gibi kuvvetlerle hiçbir yaşam formu kendiliğinden ortaya çıkmamıştır.
Ayrıca yaşamın jeolojik süreçlerle açıklanabilir olduğu izlenimini vermeye çalışmak, gülünç karşılanması gereken bir çabadır. Çünkü canlı hücre, birtakım moleküllerin bir yerlerden yuvarlanarak oluşturduğu bir yığından ibaret değildir. Yaşam, olağanüstü bir organizasyon sergilemenin yanı sıra, yapısal oluşuma indirgenemeyen bir nitelik de barındırır. Bu nitelik, yaşamın genetik bilgiye dayalı oluşudur. Bilgi ve madde birbirinden ayrı alanlar olduğu için ise hücredeki varlıklarının kökeni ayrı ayrı incelenmelidir.
Evrim teorisinin en önde gelen savunucularından biri olan olan George C. Williams, çoğu materyalistin ve evrimcinin görmek istemediği bu gerçeği şu sözlerle kabul eder:
Evrimci biyologlar, iki farklı alan üzerinde çalışmakta olduklarını şimdiye kadar fark edemediler; bu iki alan madde ve bilgidir… Bu iki alan, “indirgemecilik” olarak bildiğimiz formülle asla bir araya getirilemezler… Genler, birer maddesel obje olmaktan çok, birer bilgi paketçiğidir… Biyolojide genler, genotipler ve gen havuzları gibi kavramlardan söz ettiğinizde, bilgi hakkında konuşmuş olursunuz, fiziksel objeler hakkında değil… Bu durum, bilginin ve maddenin varoluşun iki farklı alanı olduğunu göstermektedir ve bu iki farklı alanın kökeni de ayrı ayrı araştırılmalıdır. (George C. Williams. The Third Culture: Beyond the Scientific Revolution. (ed. John Brockman). New York, Simon & Schuster, 1995. s. 42-43)
Bilim ve Teknik yazısının ise bu sorunu tümüyle gözardı ettiği açıktır. Araştırmacıların, “nasıl olduysa oldu, bazı jeolojik güçlerin etkisiyle moleküller bir araya gelip canlı hücreyi oluşturdu” anlamına gelen iddiası, yaşamın temelindeki bilgiyi açıklamanın yanından dahi geçmeyen, son derece yüzeysel bir bakış açısının ürünüdür. Bunun ise yaşamın sözde kendiliğinden başladığı teorisine hiçbir geçerli açıklama oluşturmadığı kesindir.
Şimşek örneğinin geçersizliği
Evrimcilerin gerçekçilikten uzak, yüzeysel bakış açısı Bilim ve Teknik dergisinde verilen bir örnekte de bariz bir şekilde kendini göstermektedir. Yazıda yaşamın sözde kendiliğinden başlangıcının “Tıpkı şimşeklerin, bulutlardaki birikmiş elektrik yükünü boşaltmasına benzer biçimde” olan bir enerji boşalımının sonucu olabileceği yorumu yapılmaktadır. Oysa şimşekteki enerji boşalımıyla yaşamın sözde kendiliğinden başlangıcı arasında hiçbir geçerli benzerlik kurulamayacağı ortadadır. Yazıda da belirtildiği gibi, şimşek sadece bir enerji boşalımıyla ilgilidir ancak yaşam olağanüstü komplekslik sergileyen bir ve son derece bilinçli bir işleyişi olan “organizasyona” dayanmaktadır. Moleküler biyolog Michael Denton bu müthiş organizasyonu dev bir metropole benzeterek şöyle açıklar:
“Hayatın moleküler biyoloji tarafından ortaya çıkarılan gerçekliğini kavrayabilmek için, bir hücreyi yaklaşık bir milyon kez büyütmemiz gerekir, ta ki çapı 20 km.ye varıncaya kadar. Bu durumda hücre, New York ya da Londra gibi büyük bir şehri kaplayacak boyutta dev bir uzay gemisine benzeyecektir. Bunun sonucunda karşımızda benzersiz derecede kompleks bir sistem ve kusursuz bir tasarım olduğunu görürüz. Hücrenin yakınına gelir de onu incelersek, üzerindeki milyonlarca küçük kapıyla karşılaşırız. Aynen bir uzay gemisinde olabilecek otomatik kapılar gibi, bu kapılar sürekli olarak açılıp-kapanarak hücrenin içine ya da dışına yapılan madde akışını kontrol ederler. Eğer bu kapıların herhangi birinden içeri girersek, bizi olağanüstü bir teknoloji ve şaşkınlığa düşürecek bir komplekslikle karşılaşırız. Her türlü insan yapımı ürünün çok üstünde olan bu teknoloji, bizim yaratıcı zekamızı fazlasıyla aşar. Bu sistem, ‘tesadüf’ kavramının her anlamda tam bir antitezini oluşturmaktadır”. (Michael Denton, Evolution: A Theory in Crisis, London: Burnett Books, 1985, s. 242)
Yeryüzünü kaplayan moleküllere isabet edecek şimşeklerin böylesine organize bir komplekslik meydana getiremeyeceği açıktır. Eğer yaşamın kendiliğinden ortaya çıkma ihtimalleri üzerinde şimşekle ilgili bir benzetme yapılacaksa ünlü astronom ve matematikçi Sir Fred Hoyle’un hesaplamalarına bakılmalıdır. Hoyle, kendisi de bir materyalist olmasına rağmen, tesadüfler sonucu canlı bir hücrenin meydana gelmesiyle, bir hurda yığınına isabet eden kasırganın savurduğu parçalarla tesadüfen bir Boeing 747 uçağının oluşması arasında bir fark olmadığını belirtmiştir. (“Hoyle on Evolution”, Nature, cilt 294, 12 Kasım 1981, s. 105)
Kısacası şimşek gibi doğa olaylarının meydana getirdiği enerji boşalımlarının cansız maddeyi canlı hücreye dönüştüreceği iddiası matematiksel olarak imkansızdır, geçersizdir. Hele hele Bilim ve Teknik dergisinde yaşamın bu gibi enerji boşalımlarıyla “zorunlu” olarak ortaya çıktığının iddia edilmesi ise akıl ve bilimi tamamen terk etmek anlamına gelmektedir.
Araştırmacıların itirafı
Kaldı ki, Bilim ve Teknik dergisindeki iddianın hayali bir spekülasyondan öte gitmediğini araştırmacılar da bizzat kendileri itiraf etmektedir. Bu iddianın termodinamiğin ikinci yasasına aykırı olduğunu da belirten yazıda bu konuda şunlar yazılmaktadır:
Araştırmacılar görüşlerini kanıtlayacak daha fazla kuramsal araca gereksinimleri olduğunu itiraf ediyorlar… Termodinamiğin ikinci yasası, evrenin bir bütün olarak giderek artan bir düzensizlik ürettiğini söylediğine göre, canlılarda son derece örgütlü ve düzenli işleyen biyokimyasal süreçlerin, kendiliklerinden nasıl olup da varolabildikleri, bilim insanlarının uzun süredir sordukları bir soru.Evrimcilerin bilim anlayış(sızlığ)ı
Yukarıdaki alıntıda evrimcilerin bilim anlayışının içinde bulunduğu hezeyan göze çarpmaktadır. Yazıda da belirtildiği gibi Termodinamiğin ikinci yasası, evrenin bir bütün olarak giderek artan bir düzensizlik ürettiğini söylemektedir. Fiziğin en temel yasalarından birisi olan Termodinamiğin ikinci yasası, çok sayıda gözlem ve deneye dayanmaktadır. Buna göre canlılılık gibi organize kompleksliğin daha basit formdaki moleküler yapılardan aşamalarla gelişimi düşüncesinin bilime aykırı olduğu kesin olarak kanıtlanmış durumdadır.
Evrimciler ise bilimin bu iyi bilinen yasasını görmezden gelmektedirler. Bunun yerine, dünyanın eski jeolojik dönemlerinde var olmuş hayali doğa yasaları varsaymakta, bunların varlığı sayesinde hayatın bilinmeyen bir yolla kendiliğinden ortaya çıktığını öne sürmektedirler. Sadece materyalist varsayımları doğrultusunda geliştirdikleri bu senaryoyla ise, dogmayı bilime tercih ettiklerini göstermiş olmaktadırlar.
Böylesine bilimdışı bir anlayışın ise ülkemizin resmi kurumu TÜBİTAK’ın yayınında yer bulması oldukça düşündürücüdür. Umarız dergi editörleri bu önemli yanlışı giderir ve bundan sonraki yayınlarına bilimi materyalist dogmadan arındırmış bir anlayışla devam ederler.

Evrimcilere Net Cevaplar:Son Coelacanth Fosili ve Evrimci Yanılgılar

Msnbc.com / 2007-08-01

Msnbccom haber sitesinde 1 Ağustos 2007 günü, “Yüzgeç fosili, bacakların evrimine ışık tutuyor” başlıklı bir haber yayımlandı Haberde, 400 milyon yıllık yeni bir coelacanth fosili ve bununla ilgili evrimci iddialara yer veriliyordu Fosili inceleyen ve ABD’deki Chicago Üniversitesi’nde görevli olan araştırmacılar, bunun günümüz coelacanth’larında bulunmayan bazı özellikler taşıdığını saptamışlardı ve buna dayanarak balığın “yaşayan fosil” olarak tanımlanmasının genel bir yanılgı olduğunu iddia ediyorlardı Araştırmacılar ayrıca yüzgeçlerden kol ve bacaklara varsayılan evrime dair masallar ortaya koyuyorlar, insan da dahil olmak üzere tüm kara omurgalılarının kol ve bacaklarının balık yüzgeçlerinden evrimleştiğini öne sürüyorlardı.
Ancak araştırmacıların bir balığın yüzgecine bakarak insan kolunun bu organdan evrimleştiğini iddia etmeleri tamamen hayalgücü ve önyargıya dayalı bir tutumdur Evrim teorisini ayakta tutabilmek, yıllarca ara geçiş formu olarak lanse edilmeye çalışılan coelacanth’ı sahte bir evrim delili olarak ayakta tutabilmek için yapılmış bir propagandadır Üstelik sözkonusu bulgu coelacanth’ın yaşayan fosil olduğu gerçeğini değiştirmemektedir
Aşağıda konuyla ilgili evrimci iddialar cevaplanmakta, “yüzgeç-kol-bacak” masalının neden bilimsel kanıtlara rağmen sürdürülen bir dogma olduğu gösterilmektedir.
Balıkların sınıflanması ve Coelacanth
Balıklar, çeneli ve çenesiz balıklar olarak iki kategoriye ayrılırlar Çeneli balıklar da kemikli balıklar (Osteichthyes) ve kıkırdaklı balıklar (Chondrichthyes) olarak ikiye ayrılırlar Kemikli balıklar kendi içlerinde yüzgeçlerin yapısına göre iki gruba ayrılmışlardır: Et-yüzgeçli balıklar (Crossopterygii) ve ışın-yüzgeçli balıklar (Actinopterygii)
Coelacanth, omurgasından kuyruk yüzgeçlerine doğru çıkan omurlarının içi boş olan balık takımına verilen isimdir Coelacanthlar, kemiklibalıklardan ve ışın yüzgeçlilerdendir Bunlar boyca 180 cm’ye, ağırlık olarak 98 kilograma ulaşabilen, iri yapılı, zırhı andıran ve bütün gövdeyi kaplayan kalın pullara sahip balıklardır Fosillerine ilk olarak Devoniyen (408-360 milyon yıl arası) dönemine ait katmanlarda rastlanmaktadır.
Coelacanth, 1938 yılına kadar sadece fosil örneklerden tanınan bir balıktı ve günümüzden en az 70 milyon yıl önce ortadan kalktığı düşünülüyordu Yüzgeçlerinin içinde kemikli yapılar barındırması dolayısıyla birçok evrimci zoolog bu canlının, gövdesindeki iki adet çiftli yüzgeçleri kullanarak deniz tabanında yürüdüğünü ve Coelacanth’ın, deniz-kara hayvanları arasında bir geçiş formu olduğunu varsayıyordu.
Ancak 1938 yılında Güney Afrika Cumhuriyeti açıklarında canlı bir Coelacanth ele geçirildi (Latimera chalumnae) 1952 yılında Afrika’nın doğusunda yer alan Komor adaları civarında yeni canlı coelacanthlar yakalandı (Malania anjouanae) Bilim adamları coelacanth’ın hem anatomisi hem de doğal ortamındaki hareket şekli üzerinde kapsamlı incelemeler yaptılar Anatomik incelemeler Coelacanthların 400 milyon yıldır hiçbir değişikliğe uğramadıklarını göstermekteyken, 1987 yılında Komor adaları çevresinde denizaltıyla yapılan gözlemler şunu ortaya koyuyordu:
“Esnek yüzgeçlerinin, dört ayaklı kara omurgalılarınkine benzer bir işlevi yoktu Bunlar, hayvanın baş aşağı ve geri geri de dahil olmak üzere, her yöne yüzmesini sağlıyordu”.[i]
Son Coelacanth fosili
Msnbccom haberine konu olan coelacanth fosili oldukça eksik ve küçük bir parçadan ibarettir ABD’nin Wyoming eyaletinde bulunan ve Sho­sho­nia arc­topteryx olarak isimlendirilen son coelacanth örneğinin boyu 10 cm kadardır ve balığın resimde kırmızıyla gösterilen yüzgecine aittir Araştırmacılar, yüzgeç içindeki kemik organizasyonunun, günümüzde yaşamakta olan coelacanth’larınkine göre asimetrik bir yapılanma ortaya koyduğunu, yüzgecin ana sapının ön tarafındaki kemiklerin, arka tarafındakilerden daha çok olduğunu belirtmektedirler Bu yapılanmanın daha çok günümüzün ışın-yüzgeçli balıklarında ve kara omurgalılarında görülen bir özellik olduğunu belirten araştırmacılar bu durumla ilgili evrimci yanılgılar ortaya koymaktadırlar:
a) Coelacanth’ın yaşayan fosil olmadığı yanılgısı
Bilim adamları Coelacanth’ın son fosil örneğiyle yaşayan örnekleri arasındaki anatomik farklılıklara göre, bu canlının “yaşayan fosil” kimliğine itiraz etmekte, bu nitelemenin yanlış olduğunu iddia etmektedirler
Oysa söz konusu itirazı yapan Matt Friedman büyük bir yanılgı içindedir Coelacanth’ların yaşayan fosiller olması “insanlar” arasında yayılan bir efsane değil, “bilim” literatüründe genel kabul gören, sağlam verilere dayalı bir bulgudur Örneğin üniversitelerin internet sayfalarında yapılan Coelacanth’lardan yaşayan fosil olarak sözetmektedir:1″Living fossil : the story of the coelacanth”, Smithsonian Institution2″Living Fossil Fish In Indonesian Waters”, University of Florida3″Historical Geology and Society: Living Fossils and Extinction”, The University of Tennessee at Martin4″Significance of Coelacanth”, University of Scranton5 “Coelacanth: The Fish out of Time”, University of Wisconsin
Şimdiye dek 40’dan fazla yaşayan örneği bulunan, en sonuncusu da 2007 Mayıs ayında Endonezya’da ele geçirilen coelacanth’ların halen yaşamakta olan milyonlarca yıllık canlılar olduğuna getirilecek itiraz, Darwinistlerin kuşkusuz son derece komik duruma düşürecektir Günümüzde yaşayan örnekleri ele geçirilen söz konusu balığın 350-400 milyon yıl önceki coelacanth’lardan hiçbir fark taşımadığı bugün kesin ve bilimsel olarak kanıtlanmış bir gerçektir Darwinistlerin bu itirazdaki asıl çabaları, yıllar boyunca ara geçiş formu olduğunu iddia ettikleri bu canlıyı eski sahte ününe kavuşturmaktı Oysa coelacanth, artık bir ” evrimi yalanlayan bir yaşayan fosil” olarak literatürdeydi.
Friedman’ın sözlerinin gerçekçi bir değerlendirme olmadığının bir diğer göstergesi, Amerikan Doğa Tarihi Müzesi Paleontoloji bölümünden John G Maisey’nin “Discovering Fossil Fishes (Fosil balıkları keşfetmek)” adlı kitabında yazdıklarıdır Maisey, Devoniyen coelacanth’larıyla günümüz coelacanth’ı Latimeria arasında durağanlık (yani evrimsizlik) olduğunu şöyle ifade etmektedir:
“Köpekbalıkları, ışınlı-yüzgeçli balıklar ve etli-yüzgeçli balıkların tümü yaklaşık 400 milyon yıl önce ortaya çıkmış ve varlıklarını günümüze kadar korumuşlardır Tasarımlarındaki durağanlık, son derece çarpıcıdır Mesela, Devoniyen dönemine ait coelacanthlar ve Latimeria arasında veya Devonyen dönemi ışın-yüzgeçli balıklarıyla bunların günümüzdeki örnekleri arasında”.[ii]
Coelacanth’ın genel kabul gören yaşayan fosil özelliği, çoğu oldukça iyi korunmuş olan ve çok sayıda ele geçirilmiş fosil koleksiyonlarına dayanmaktadır Friedman’ın bu çalışmada incelediği fosil ise sadece bir yüzgeçten ibarettir Çok sayıda fosil örneğin tekrar tekrar incelenmesiyle oluşmuş genel paleontolojik kanaatlerin, Friedman’ın tek bir yüzgeç fosili üzerindeki abartılı yorumlarıyla bir anda değişmeyeceği açıktır.
b) Tetrapod uzantılarının Coelacanth yüzgeçlerinden evrimleştiği masalı
Msnbccom yazısında, Sho­sho­nia arc­topteryx’in yüzgeç yapısının anatomisi açısından, günümüz coelacanth’larından daha çok tetrapod (dört ayaklı kara omurgalıları) ve hatta insana daha çok benzediği belirtilmekte, yazının başlığındaki ifadeyle fosilin kol ve bacak gibi uzantıların sözde evrimine ışık tuttuğu öne sürülmektedir Oysa insanın ve kara omurgalılarının kol ve bacak gibi uzantılarının balıkların yüzgeçlerinden evrimleştiği iddiası sadece bir Darwinist masaldan ibarettir.
Balıkların yüzgeç kemikleri ile kara canlılarının ayakları arasında çok temel bir fark vardır: Balıklardaki kemikler, canlının omurgasına bağlı değildir Omurgaya bağlı olmadıkları için de ağırlık taşıma gibi bir işlev üstlenemezler Bir balık karada ne kadar sürünürse sürünsün, ne kadar çırpınırsa çırpınsın, yüzgeç kemiklerini iskelete bağlayacak, orada kemiklerin birbirine geçmesi için anahtar-kilit ilişkisi içindeki eklemleri inşa edecek dönüşümler yaşanmayacaktır Çünkü bir balığın yüzgeç yapısı DNA’da kodludur ve DNA kodu balığın ihtiyaç ve hareketlerine gore değişmeyecektir, değişmesi imkansızdır Dolayısıyla, yüzgeçlerin yavaş yavaş ayaklara dönüştükleri iddiası hiçbir bilimsel gözleme dayanmamaktadır ve sadece evrim teorisinin ihtiyaçlarından ötürü savunulmaktadır.
Ayrıca balıkların yaşam alanı olan tuzlu ve tatlı su alanlarıyla tetrapodların yaşam alanı olan karalar arasında çok büyük farklılıklar vardır Canlının ortamlarındaki bu büyük farklılıklar; hareket, solunum, üreme, görme ve işitme, suyun korunması gibi fonksiyonlarını ilgilendiren fizyolojik sistemleri açısından da çok büyük farklılıklar anlamına gelmektedir Sudan karaya geçtiği varsayılan bir balığın, karada yaşamaya devam etmesi için, kara canlılarının sistemlerin çok kısa bir sürede kazanması, solungaçlarının akciğere dönüşmesi, balığın normalde sahip olmadığı böbrek gibi son derece kompleks bir organın tesadüfen evrimleşmesi, suyu tutacak deri yapısıyla işitme ve görme sistemlerinde köklü değişimler geçirmesi gerekir ki bu imkansız bir senaryodur Nitekim böyle bir dönüşümü delillendirdiği öne sürülen bir fosil kanıt da yoktur Evrimci paleontolog Barbara J Stahl ise, Vertebrate History: Problems in Evolution adlı kitabında şöyle yazar:
“Bilinen balık türlerinin hiçbiri, karada yaşayan dört ayaklıların atası olarak belirlenememektedir Bu balık türlerinin çoğu amfibilerin ortaya çıkmasından sonra yaşamışlardır Amfibilerden önce gelen balıkların, dört ayaklılarda bulunan eklem ve omurgaların herhangi birisini geliştirdiklerine dair ise hiçbir delil yoktur”.[iii]
Sonuç:
Görüldüğü gibi coelacanth’ın yaşayan fosil özelliği, paleontolojinin genel bir kabulüdür ve bu kabulü ortadan kaldırabilmek amacıyla yapılmış son fosille ilgili yorumlar sözkonusu bilimsel gerçeği kuşkusuz ki ortadan kaldırmayacaktır Yüzgecin sudan karaya çıkış iddiasıyla bağdaştırılması ise Darwinist önyargılardan kaynaklanan, bilimsel kanıta dayanmayan bir tutumdur, klasik evrimci spekülasyon yöntemlerine bir örnektir Msnbccom’a, gerçekçilikten böylesine uzak, tamamen evrimci hayalgücü ve önyargılara dayalı iddialara körüköüne destek vermekten vazgeçmesini tavsiye ediyoruz.